Kitap, bir tele-kız cinayetinin ardından, bu cinayetle bağlantılı kişilerin konu hakkındaki anlatımlarından oluşuyor. Bir cinayeti ve bu cinayetin arkasındaki olayları okudukça kitabın 1969'da yazılmış olabilineceğine insanın inanası gelmiyor. Artık "eskiden böyle şeyler yoktu", "nerede o eski günler" ya da "eskiden herkes daha ahlaklıydi" gibi cumleleri duyunca aklıma bu kitap gelecek ve bu cümlelerin çok da doğruluk payı taşımadığını biliyor olacağım.
Kitaptan alintilar;
- Le temps est un grand maitre; ilregle bien des choses (Zaman, büyük bir üstaddır, pek çok şeyi halleder.)
- Zaten insanin, birine ayıracak zamanı olmadı mı, çıkar yolu onu şımartmakta bulur.
- Emeklilik, bir anlamda ölümün bekleme odasıdır... Bütün alçalmalar arasında bekleyiş en kötüsüdür; ölümü beklemenin de istisnai bir niteliği yoktur.
- Karakter, biR solistin sesi gibidir; ne kadar güzel olursa olsun, orkestraya uymadığı taktirde kulakları tırmalar. 20 yaşınızın karakteri, otuzunuzda artık kullanılmaz hale gelir. 30 yaşınızın karakterini ise 50 yaşında hala terketmemiş olmamız, neredeyse ayıp sayılır. İnsan 60 yaşına gelince, daha kalın şeyler giymeye başlar, 70 yaşında ise gocuklara bürünür. Ama karakterlerinde kendilerine özgü bir çıplaklıkları olduğunu bilen pek az kişi vardır. Nedense yaşlı bir adam için hala gençlik yıllarının karakterinin peşinden koşmak, gencecik bir kızı kovalamaktan daha az ayıplanacak bir şey değildir.
- ...Konuyu daha fazla dağıtmak istemediğimden, cenazeler üzerine birkaç söz daha söyleyip geçeceğim. Ezelden beri onlara daima gereken değeri vermesini bildim. Cenaze törenleri, ölmezden önce kendilerine bir lokma ekmeğin ya da bir hastane yatağının çok görüldüğü zavallılara dahi bahşedilen bir lütuftur. Törene katılanların yüzlerindeki acıma dolu ve zoraki takınılan ifade gerçek bir komedidir. Ve nihayet daima sözü edilen "son saygı vazifesi", çoğu hallerde ölenin eriştiği ilk saygı gösterisidir.
- Cinayeti tasarlayarak işleyip işlemediğim sorulacak olursa ben de cevaben tasarı denilen şeyin ne olduğunu, bundan ne anlaşıldığını soracağım. Kötü niyetli ve budala bir adalet mekanizması, sanki her türlü mantıktan yoksun bir davranış, öfkenin bilinçaltından ani fışkırması, kısacası ani bir heyecan sonucu işlenen cinayet önceden düşünülüp taşınıldıktan sonra işlenen bir cinayete nazaran daha ahlaki bir nitelik taşırmış ve affa şayanmış gibi bir fark gözetirmiş. Oysa önceden düşünülerek işlenmiş bir cinayet, tıpkı benim olayımda olduğu gibi, insanı küçük düşürücü ve nihayet tahammül edilmesi imkansız bir hakaretler zincirine dayanır.
- Aslında tüccar olmadığından, Worneweg ile yürüttüğüm müzakereler, aklıma savaş sırasında bir kabare sahibinin yaptığı şakayı getirdi; Adam savaşan her ülkenin kendi şehirlerini bombardıman etmesini, böylesinin daha çok daha ucuza malolacağını ve sonuçta aynı etkiyi yaratacağını söylemişti. Bir iş müzakeresine giren her iki taraf da yeğdiğerinin esasında minimumu elde etmek için maksimumu talep edeceğini bilir. Daha baştan kabule şayan teklifler üzerinde uyuşmak hem zamandan hem de paradan tasarrufu sağlardı. Ama böyle aklı başında aracıları nerede bulmalı?
- Hiçbir evli kadın, kocasının metresiyle yatmasına hayret etmez. Buna karşılık metresler dostlarının yataklarını tekellerine almak isterler. Bu da adalet duygusunu incitiyor. Her metres ilişki kurduğu erkeğin "hayatı" olarak nitelendirdiği bütün içerisinde belli bir yer sahibi olmak istiyor; buna karşılık erkeğin aşk hayatında karısına en ufak bir pay ayırmasını bile çekemiyor. Erkeğin ağzından mutlaka karısının hissen soğuk olduğunu, onu aldattığını ya da erkağin karısından iğrendiğini duymak istiyor! Oysa böyle hareket edince erkeğin nazarında bir anlamda "daha iyisi bulunamadığı için önem taşıyan" bir varlık haline gelip kendi kendini küçülttüüğünün farkına varamıyor! Poligami'den yararlanırken, monogami talep ediyor. Peki sonuç ne oluyor? Erkeğin suç ortağı olacak yerde, onun tarafından aldatılıyor. Erkeğin büyük çoğunluğu karılarından çok metreslerinden çekinirler. Sonunda da karılarını metreslerine karşı savunurlar.
- Hiroşima, Tanrı'nın elinden son üstünlüğünün, dünyayı tufanda boğmak ayrıcalığını da alma uğruna girişilen bir denemeydi. Tanrı'nın yüce kudreti yerine insanoğlunun yüce kudreti. Geçenlerde Halley kuyruklu yıldızının 1910'larda uyandırdığı korku hakkında bir yazı okudum. İnsanlar dağa çıkmışlar, diz çöküp dualar etmişler. Zannederim yıldızla atom bombası arasındaki fark kendini bu noktada gösteriyor. Tanrı'nın verdiği cezanın inandırıcı bir yanı vardı. İnsanların insanları cezalandırması ise bundan yoksun. İyi bir Hristiyan olmama rağmen şuna inanıyorum ki, artık lüzumsuz sayılan Tanrı, insanlara bir oyun oynamış. Gücünün elinden alınmasına razı olmuş ama, otoritesini vermemiş. İnsanın, Tanrı'dan farklı olarak, kendi kendini mahvetmeksizin gücünü korumak yeteneği olmadığından, Tanrı'nın yerine başka bir varlığı geçirebilme olanağı yok. Tanrı tufandan sonra da Tanrı olarak kalıyor. İnsanoğlu ise, batırdığı gemi ile birlikte denizin dibini boylayan sadece bir kaptan.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder